top of page

2012 Londra Olimpiyatlari

Kadınlar Milli Takım Menajerliği Görevim

Olimpiyatlar her ülkenin, her sporcunun hayalidir. Sporcuyken benim hayallerime bile giremezdi; çok uzaktaydık, ancak televizyonda seyrederdik olimpiyatları. Dünyanın en iyi voleybolu Avrupa’da oynandığından ve ancak kısıtlı kıta kontenjanı olduğundan, araya girmek mümkün değildi. Halen de öyle; Asya, Afrika ve Amerika’dan girmek çok daha kolay, çünkü Avrupa
voleybolu iyi takımların ve rekabetin çok daha çetin olduğu bir kıta. Uzun aşamalardan ve zorlu mücadelelerden sonra A Kadın Voleybol Milli Takımımız tarihinde ilk kez Olimpiyatlara katılmaya hak kazandı. Bu nesil zaten çok başarılı voleybolcuların bir araya geldiği ve önemli şeyler başaracağını belli eden bir gruptu. Televizyonda heyecanla takip ettim maçları ve çok, çok gurur duydum.
Yokluktan başlayıp, tırnaklarımızla kazıya kazıya, bir avuç kız bu günlere gelmiştik, çok mutluydum. Sporcu olarak da, menajer olarak da çok zorlamıştık koşulları, ilerlemek için bedenen ve zihnen çok ittirmiştik kendimizi.  Ama artık her ilde modern tesislerin yapılmasıyla, yetenekli antrenörlerin, gönüllü kulüplerin imkanlarını voleybole yönlendirmesiyle, milli takımlarda büyük aşamalar kaydedilmekteydi. 
2011 yılında Milli Takımlar Teknik Direktörlüğüne getirilen Marco Motta ile yeni bir ivme kazanılmış, 1994-95 doğumlu yaş grubu ile 2011 de Yıldız Milli Takım hem Avrupa, hem de Dünya Şampiyonu olmuştu. 2012 de Genç Milli Takım Avrupa Şampiyonluğunu kazanmıştı. A Milli Takım 2011 de Avrupa 3.sü olmuştu ve 2012 de Grand Prix’de yine 3. lük kürsüsüne çıkmış ve tarihinde ilk kez Olimpiyatlara katılmaya hak kazanmıştı. Üstelik Rusya, Polonya, Sırbistan, Almanya, Bulgaristan ve Hırvatistan gibi güçlü bir gruptan 1.olarak çıkıp Olimpiyat için olan tek yeri kapmayı bilmişti. Bütün bu başarılardan sonra, 2000 yılında dünya sıralamasında 34. olan Türkiye, çok kısa bir süre içinde, 2011 de 7. sıraya yükselmişti. Çok büyük bir aşama kaydetmiştik.

Olimpiyat için bütün hazırlıklar yapılmış, Sarar firması tüm takımlar için ölçüleri almış, provalar yapmış, giysileri hazırlamıştı. Tepebaşı’ndaki İngiliz Konsolosluğu bizim takım için özel bir mangal partisi düzenlemiş, aynı anda da bizim özel vizelerimizi işlemişti pasaportlarımıza. Diğer branşlardaki ekipleri de parti parti ağırlayarak vize işlemlerini halletmişlerdi. Eczacıbaşı ilk kez Olimpiyatlara katılan kadın voleybol takımı ile duyduğu gururu ifade eden özel bir gece düzenlemişti Boğaz kıyısında Reina’da.
İlk kafile Yeşilköy Atatürk Havalimanında özel olarak hazırlanan binada toplandık ve özel uçakla Londra’ya hareket ettik. Londra’da yine özel açılan yerden Olimpiyat ekipleri gümrükten giriş yaptı. Diğer milletlerin sporcuları da aynı yerde rengarenk bir grup oluşturmuştu. Olimpiyatlar tüm dünya için özel bir öneme sahipti ve bu her yerde hissediliyordu.Olimpiyat Köyüne adımımızı atınca bir şaşkınlığa düştük. Bütün dünya o köyde toplanmıştı sanki. Spor etkinliğinden çok bir festival alanına benziyordu, koca bir dünya şenliği düzenlenmişti sanki ! Kafileleri karşılamak için gösteriler organize edilmişti ve saat başı tekrarlanıyordu. Her gece meydanda ikram, konser ve parti vardı.
Ataköy büyüklüğünde bir mahalleydi ve zaten olimpiyat sonrası konuta dönüştürülmek üzere planlanmıştı. Birkaç blok İngiltere bayraklarıyla donatılmıştı, Çin binaları da öyle. Bizim kaldığımız blok da üç yatak odalı apartman daireleri şeklindeydi. Salonu geçici olarak bölmüşler, bir yatak odası daha çıkartmışlardı, geri kalan küçük alanda da bir televizyon ve bir kanepe vardı. Mutfak yoktu ve takım olarak her öğün mecburen on dakika yürüme mesafesindeki yemekhaneye gidiyorduk.
Köyün değişik yerlerinde büfeler vardı. Kuruyemiş, çay, kahve, meyve, yoğurt gibi atıştırmalıklar sunuyorlardı. Bizim bloğun yanında, çimenlerin üstünde piknik masalarında yemek yenen, İngiltere’ye has yiyeceklerin hazırlandığı özel bir açık hava restoranı vardı. Yemekhaneye gitmeye üşendiğimiz veya vaktimizin olmadığı zamanlarda buraya takılıyorduk. İngiltere’de çok güzel çilek ve ahududu yetiştiğini orada öğrendim. Tabii ki tüm bunların hepsi ikramdı ve hiçbir ücret ödenmiyordu. En ilginç yer yemekhaneydi. Tüm ünlü sporcuları görüyorduk; herkes resim çektiriyor, imza alıyordu. En uzak ülkelerin folklorik giysileri
içinde ilginç gruplar ortama renk katıyordu. Afrika mutfağından Karayip, Uzakdoğu, Afrika, Akdeniz mutfağına, helal ve koşer reyonlarına, tüm dünya yemeklerini görmek mümkündü. Girişte boydan boya raflar vardı, sporcular çantalarını koyup, rahatça yemek yesinler diye.

Olimpiyat Köyünün yemekhanesine ilk girdiğimizde, elimizde tepsiler, nereye bakacağımızı şaşırdık. Koca bir pazar yeri gibiydi.Tümünü gezdim önce, Akdeniz köşesini keşfedince genelde orada takıldım. Herkes tepsisine istediği yemeği alıp gelip, boş bulduğumuz masada buluşuyorduk. Dünyada sabah kahvaltı adetleri ne çok çeşitliymiş, bir tek bizim Akdeniz bölümünde peynir vardı. Uzakdoğu mutfağında çeşit çeşit balıklar, kuzey ülkelerinde jambonlar salamlar, Hint reyonunda çeşitli baharatlar… Bizim kızlar kuru fasulyeyi ve ev yemeklerini özlemiş olacaklar ki, sabah İngiliz bölümünde kahvaltıda çıkan kuru fasulyeyi sevdiler.
Birkaç gün sonra yemekhanede otururken antrenörümüz Marco ile bir oyun oynamaya başladık: Acaba karşıdan gelen sporcular hangi branşta yarışıyorlardı ve hangi millettendi? Üzerindeki eşofman renklerinden ve vücut yapılarından kestirmeye çalışıyorduk. Basketçi, jimnastikçi, yüzücü hemen anlaşılıyordu. Güreşçiler de… Tam kestiremezsek hentbolcu veya judocu olabilirdi. Tabii ki voleybolcuların hepsini zaten tanıyorduk. 
Ancak iki gün sonra köyün temposuna alışıp, şaşkınlığımızı üstümüzden attık. Sonraki günlerde Michael Phelps, Usain Bold gibi iddialı sporcular ortadan yok oldular; otellere çıktılar ve o festival dağınıklığından, karmaşasından sıyrılıp kendi konsantrasyonlarını sağlamaya çalıştılar. Yine iddialı takımlar yakın konumdaki okul salonlarını kiralayıp, yine kiraladıkları
kendi minibüsleriyle gidip gelerek büyük organizasyonun dışında kaldılar. Bu sayede gidiş gelişlerdeki zaman kaybından, konsantrasyon kaybından kurtulmuş oldular.
Bu gidiş gelişler çok vakit kaybettiriyordu bize, çünkü günde üç öğün yemekhaneye git-gel; antrenmana giderken otobüs duraklarına yine bir on dakika yürü, geri gel; her seferinde köye girerken x-ray cihazlarından geçmek için kuyruğa gir, derken derken biz gerçekten çok yorulduk ve darmadağın olduk.
Ayrıca 45 dakika mesafede bir salona gidip, 1 saat idman yapıp, 45 dakika geri geliyorduk. Her seferinde de başka bir salonda buluyorduk kendimizi. İtalyanlar önceden gelip lojistik olarak çok iyi hazırlanmışlar, yakındaki bir okul salonunu ve özel bir minibüsü kiralamışlar, hem erkek, hem kadın voleybol takımlarının bu yakın salonda çalışmasını sağlamışlardı. Rica ettik bir gün, onlarla birlikte aynı salona gidip, hazırlık maçı yaptık. Bir kaç kez idman salonunun uzaklığından dolayı, gitmekten vazgeçip sabah çalışmamızı, çimenlerin üzerinde beden açma-germe hareketleriyle yapmak zorunda kaldık. Anladım ki, performansın düşmemesi, bu festival havasının içinde sporcuların kaybolup gitmemesi için, mutlaka önceden lojistik teftişler yapılması ve ona göre kendimize uygun önlemler alınması çok önemliymiş.

Artık bir gösteri dünyası haline gelmiş olimpiyatları, televizyondan seyretmek güzel, idareci ve sporcu olarak içinde yaşamak ise oldukça zor ve zahmetliymiş. Maç salonumuz çok uzaktaydı. Köy Londra’nın kuzeydoğusunda Stratford’da, maç salonu güneybatısında Earl’s Court’da idi. Çevre yolu olmayan kenti yaklaşık bir saatte baştan başa geçerek, tıngır mıngır gittik geldik maçlara. Bütün yollarda tek şerit Olimpiyat ulaşımına ayrılmıştı, özel renkle boyanmıştı. Ancak yine de her trafik ışığında dura kalka, kentin bütün turistik yerlerinden geçerek kenti boydan boya kat ediyorduk her maça gidişimizde. Otobüs güvenlik çemberi içinde kafileyi alıyor, yola çıkıyor, salona varınca, yine güvenlik çemberine varıncaya dek katiyen kapılarını açmıyordu. 
Hepimizde boynumuza astığımız barkodlu kimlik kartlarımız vardı, onsuz hiçbir yere gidemiyorduk. Ama o kart oldu mu, her kapı açılıyordu. Köye giriş çıkışlarda mutlaka yanımızda bulunmalıydı. Kart sahibi ve o anda taşıyan sporcu aynı kişi miydi, güvenlik ekranından kontrol ediliyordu. İzin günümüzde metroya da aynı kartla ücret ödemeden bindik. Üstümüzde eşofmanlar, kartta büyük harflerle “Turkey” yazısı, halkın arasına karıştık. Bizim gibi başka milletlerden de sporcular aynı şekilde Londra’nın her yerinde görülebilirdi.
Maç salonu Earl’s Court isimli devasa bir fuar hangarından spor tesisine çevrilmişti. İdareciler üçüncü balkon katında bir tribünde oturup, aşağıda küçücük kalmış voleybolcularını uzaktan izlemek durumundaydılar. Kaybolmadan soyunma odalarını ve tribünü bulmak meseleydi. Aileleriyle görüşmek isteyen sporcular bu tribünlerin altlarında ancak kısacık buluşabiliyordu; sonrasında kafile halinde otobüse gidiyorduk.
İlk gün gece 9 da başlayan Brezilya maçımızı kıl payı 3-2 kaybettik. Grupta iki takımı yenmemize rağmen, Kore ve Çin 3-2 lik bir maç oynayınca, puan averajından ilk sekize giremedik. Derece yapabilecekken, kendimizi bile zor topladık diyebilirim. Aynı Brezilya taa finale dek gidip, hiç maç kaybetmemiş ABD yi yenerek şampiyon oldu sonradan. Genel olarak düzenli günlük programa ve konforlu otel odalarına, önlerine servis edilen yemeklere alışkın olan sporcularımız, bir gün sabah dokuzda, ertesi gün gece dokuzda organize edilen maç programlarına, olimpiyat köyündeki dar apartman dairesindeki küçük odalarına ve her öğün uzaktaki yemekhaneye adapte olmakta güçlük çektiler diyebilirim.

Olimpiyatların açılış seremonisi gerçekten bir olaydı, maceraydı. Bize, voleybol kafilesinden sporcuların yanı sıra ancak iki idareci veya antrenörün açılış yürüyüşüne katılabileceğini bildirdiler. Hangimiz gidecektik ? Bu talimatı bizim ekibe söylediğimde hepsi birden isyan etti. ”Buraya kadar geldik ve açılış seremonisini televizyondan mı izleyeceğiz?” diye haklı olarak söylenmeye başladılar. Gidip geldik, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Genel Sekreteri Neşe Gündoğan’ın başının etini yedik. Sonunda dedik ki “Biz hepimiz giyinip süslenip şansımızı deneyeceğiz !” Neşe Hanım sonunda sesini çıkartmadı. Biz de açılış günü tek tip giysilerimizi giydik, yaka kartlarımızı taktık, elimizde bayraklar, yürüyüşü heyecanla beklemeye başladık. Bizim ekibin konakladığı bloklardan bakınca uzakta stadyum gözüküyordu ve apartmanımız stadyuma gidiş yolunun kapı ağzındaydı. Saat 20:00 de A harfiyle başlayan milletler önümüzden sıra sıra geçmeye başladılar. Bu resmi geçit saat 22:00 ye geldiğinde, daha T harfine sıra gelmemişti. Oysa biz saat sekizden beri hazır vaziyette bekliyorduk. Stadyumdan gelen seslere bakılırsa, açılış şenliği çoktan başlamıştı. Biz de ancak 22:30 gibi nihayet yürümeye başladık.
Kontrole yaklaştığımızda safları sıklaştırarak, biz idareciler arada kaynamaya çalıştık; zaten iki saattir yorulan görevliler, yaka kartı olan herkese izin verdiler. Bir sevinç sardı bizi, yırtmıştık kontrolden. 1,5 km lik yolu yaklaşık iki saatte dura kalka yürüyerek, gece yarısı stadyuma girdik. Yolda bize yakın ekiplerle  sohbete başladık, hatıra fotoğrafı çektirdik, ABD (USA) basketbol takımından Kobe Bryant ile neredeyse hepimizin resmi var. Çok canayakın ve mütevazi bir tavırla, kocaman gülümsemesiyle hiç kimseyi geri çevirmedi, sarılarak poz verdi.

Türk kafilesi stadyuma yıldız voleybolcumuz Neslihan Demir’in taşıdığı bayrakla girdi. Stadyumda tabii büyük bir gösteri ortamı ve coşku vardı. Seyirci koltukları büyük oranda boştu, ancak her birinin önünde yanan mavi ışık sayesinde sanki doluymuş gibi bir izlenim veriyordu. Güvenlik nedeniyle böyle bir tercih yapılmıştı. İngilizlerin dünya çapındaki sanatçıları, modacıları, popüler kişileri törende yer almışlardı, gözle zor seçilen uzaklıktaki bir locada müzisyenler konser veriyorlardı, biz ancak büyük ekrandan görüyorduk. Efsane Elton John, ünlü George Michael ve diğerleri. Bu konserlerin ve şenliğin benim için zirvesi, gençliğimizin şarkısı “Hey Jude”u uzaktan da olsa Paul McCartney’den canlı olarak dinlemekti.
Son olarak efsane ağır siklet boksörü Muhammed Ali çıktı ekrana ve hastalığı nedeniyle zor da olsa, yardımcısının desteğiyle sporculara iyi dileklerini iletti. Gecenin finalinde çok güzel bir tasarımla ve organizasyonla olimpiyat meşalesi tutuşturuldu ve gösteriler gece saat 01:30 gibi sona erdi. Kafileler ağır ağır stadyumu terk etmeye başladılar ve biz kafile olarak otele yine yürüyerek saat 02:00 de vardığımızda epeyce yorulmuştuk. Saat sekizden beri ayaktaydık ve ertesi sabah maçımız vardı, böyle de tuhaf bir kuraya düşmüştük. Tabii ki maç var diye açılışa katılmamazlık edemezdik, ancak epey zorlandık.
Pandemi nedeniyle 2021 de yapılan Tokyo Olimpiyatları’nda voleybolcularımız yine önemli aşamalardan geçerek, büyük maçlara başarıyla imza atarak katılmaya hak kazandılar ve ilk kez tarihimizde beşinci oldular. Umarım sporcularımız ileride daha nice olimpiyatlarda  yer alırlar ve başarılı olurlar. Benim için ise olimpiyat görmek aktif spor hayatımın zirvesiydi. Güzel bir final ile sahalara veda etmiş oldum.

bottom of page